vampircik roman

  1. daha önceleri geçit içerisinde bir denemesi yapılmış fakat katılım sınırlanması ve geçit'in değişen yüzü sebebinden yok olmıuş çoklu edebi eser denemesi.

    aynı zamanda diğer sözlüklerin aksine diyar'da uygulanmaya kalkıldığı andan itibaren edebi çizgisini hiç bozmayacağını inandığın bir deneme olabileceği kanaatindeyim.

    o zaman neden denemeyelim...

    "haberlerin meteoroloji bültenleri kar yağacağını iddia ediyordu o gün ve devamı akşam için. hatta ertesi gün okullar tatil bile olabilirdi sinop'ta. ancak, gökyüzünde bulut filan yoktu. doğru olan tek şey soğuk bir gün olacağıydı.

    insanlar bu kuru soğukta sokaklara dökülmek istemiyorlardı. herkes o gün pencerelerinden izliyordu hayatı ve kimsenin dıışarı çıkıp yaşam döngüsü içinde sürüklenmeye niyeti yoktu. böylesine kahverengi bir günün tek cesur kişisi transkripsion'du. sahil boyu yürüyordu kulak donduran soğuğa aldırmadan. diğer insanların aksine, sokaklarda onu bekleyen bir şey olduğunu hissediyordu. bulacağını ihtimal etmemesine rağmen, sırf bu farklı hissin getirisi merakın peşine düşmüştü. soğuktan uğuldayan kulaklarını ovuşturmaya yeltendiği anda "zamanı geldi" diyen ince bir fısıltı işitti..."**
    (transkripsion 21.01.2008 16:47 ~ 21.01.2008 17:00)
  2. etrafına bakındı birilerini arar gibi. ses o kadar gerçekmiş gibi yayıldı ki kulaklarında, çevresinde mutlaka birileri olmalıydı. bakındı bakındı... şaşkınlığı geçmeye yüz tutmuştuki "soğuktan hayaller görüyorum sanırım" dedi kendi kendine. ellerini cebine attı ve bir kaç adım daha ilerledi. sert bir rüzgar esti aniden. transkripsion adeta kendi içine gömüldü rüzgarın etkisiyle. iliklerine kadar donmuş gübü hissetti. tam o anda aynı ses bu kez daha güçlü bir tonda aynı kelimeleri tekrarkıyordu. "hazır mısın?.."**
    (transkripsion 22.01.2008 20:52)
  3. transkripsion bu kez gercekten bir ses duyduguna emindi ancak duyduklarina bir anlam veremiyordu. hicbirsey olmamis gibi yurumeye devam etti, kendisini bu yaptigina pisman etmek istercesine etkisini arttiran o buz gibi ruzgara inat. hava durumu bulteninde bahsedilen kar yagisinin bir habercisi olabilecegini dusundu bu kuru sogugun ve yurumeye devam etti, soguktan degil de, o sesi duydugu an omuzlarinda yillardir tasimakta oldugu bir sirri hatirlamis olmasindan dolayi titreyerek. "zaman geldi, hazir misin?"

    *
    (situs inversus 22.01.2008 21:29 ~ 23.01.2008 06:38)
  4. duyduklarının kendi gibi benliğini rüzgarın içinde aramakta olan birinden mi geldiğini yoksa şizofrenik bir ruh halinin getirisi mi olduğunu düşünmeye başladı. çevresine bakındığında hiç kimseyi göremiyor olması onu ikinci ihtimale meyletmeye zorluyordu. "hazır mısın?" kafasının içinde hem bu soru hem de sorunun nereden geldiği fikri dolanıp duruyor, aklıyla neye hazır olup olmadığını sorgularken göz ucuyla da çevresini araştırmaya devam ediyordu. kendi kendine sordu bu kez: hazır mıyım?
    (iruneach 22.01.2008 23:41 ~ 22.01.2008 23:42)
  5. tam olarak ayni anda, istanbul'u insani canindan bezdiren bembeyaz bir carsafa donusturmeye and icmiscesine yagan karin doguya dogru ilerlemekte oldugunu duydu, bir onceki gece sadik muzik calarinin bataryasini sarj etmeyi unutmus olmanin cezasini, camlari iyiden iyiye bugulanmis olan belediye otobusunde ayagina basmakta olan adamin elindeki eski model radyodan gelen hava raporunu dinleyerek ceken inversus. "acaba hayat en fazla ne kadar cekilmez olabilir?" diye gecirdi icinden. kendi durumunun listede ust siralari zorlayacagindan her zamanki gibi emindi.

    akrep ve yelkovan kisa mesafede cok basarili birer sprinter degillerdi belki ama hayat uzun bir maratondu ve kendilerine dikkatlice bakildiginda sabitmis gibi gorunen bu iki atlet onun zamanin tukenmekte oldugunu periyodik olarak yuzune vuruyorlardi. suratinda patlayan her yeni tokat kendisini, icinde bulundugu rutinden kurtulma konusunda yeni kararlar almaya sevk ediyor, "bu sefer" diye baslayan cumleler kurduruyor ve her seferinde ancak bes-on dakika var olup daha sonra zihninin karanliklarina gomulen hayaller kurmasina sebep oluyordu. o malum kosusturmanin icinde cogu zaman yarida kalan hayallerdi bunlar. bitmek bilmeyen, asla dibe vurdurmayan, bu sebepten de zemine vurup tekrar yukselme konusundaki umutlarini suya dusuren bir dususun icinde, birisinin cikip onu guzel gun taniminin gunesli gunler icin kullanilabilecegine tekrardan inandirabilmesini umuyordu. ve hic beklemedigi bir anda anlam veremedigi bir ses duydu... hayir, bu sefer o kulustur radyodan gelmiyordu ses. otobusun kalabaligindan bunalmis birisinin kendisiyle alay ettigini dusunup umursamadi, taki ses kulaklarinda tekrardan ve bu kez daha kuvvetli bir bicimde cinlayana kadar. "zaman geldi, hazir misin?"

    * *
    (situs inversus 23.01.2008 06:30)
  6. inversus çevresindeki insanları tek tek süzdü göz ucuyla. kulaklarında yankılanan sese bir sahip arıyordu. eğer bu bir şaka ise komik değil ürkütücübir boyuttaydı diye düşündü. üstelik onca depresif hayat namesini bünyesine doldurmuş olmanın verdiği sıkıntı giderek öfkeye dönüşmeye başlamıştı bu arayış sırasında. artık sadece sorumluyu bulmak değil ona hesap da sormak istiyordu.

    bir kaç adım ötesinde onun gibi ayakta duran ve kirli sakallı birisine takıldı gözü. olanlardan sorumlu biri olmalıydı mutlaka ve beyni bunu hükmettiği anda o adamı kestirdi gözüne. sakin görünmeye çalışoyprdu ve usulca adamı seyretmeye koyuldu. bir kaç saniye içinde adam iversus'un bakışlarını farketti. "bir şey mi vardı birader? dedi adam atalarından miras olduğu besbelli kabadayı bir tavırla.

    kulaklarında çınlayan sesle uzaktan yakından alakası yoktu adamın sesinin. durumu telafi etmek istercesine "kusura bakma hocam dalmışım öyle" dedi ve yüzünü başka bir yöne çevirdi. aradığı sorumluyu böylesine saçma bir yöntemla aramak küçük bir pişmanlık yaratmıştı içinde. bir tek o muydu bu sesi duyan? o kalın ve tonlu sesi koca otobüste bir tek inversus mu duymuştu. "acaba başka duyan var mıdır" diye mırıldandı. aklına sinsice kazınan delilik dürtüsünden kurtulmak istiyordu...*
    (transkripsion 23.01.2008 12:59)
  7. "tanrım yardım et! anlam veremediğim bu şeye bir son ver artık" diye zihnini hırpalarken attığı adımların hızını farketti. artık tahammül edemiyordu bu duruma ve gerçekliğinden şüphe duyduğu bu ses gittikçe artmaya başlıyordu. emin olabilseydi; bir anlayabilseydi... belki de geçmişte yaptığı şeylerin sonucunda tüm acıları bırakıp yeni bir başlangıç yapmak için ayaklanan ruhunun sesiydi bu. artık kendi içinde boğulmaktan, korkmaktan, bir nefes daha alıp devam etmekten korkan kalbi şimdi cesaretle dolmuştu belki de. tüm bunları düşünürken etrafındaki onca insanın bir parçası olduğunu; fakat o parçanın içinde koskoca bir teklik olduğunu görüyordu. *
    (urserpens 23.01.2008 13:58)
  8. o tanidik gaza gelme nobetlerinden bir yenisinin esigindeydi yine ama bu sefer durum biraz farkliydi. bir ses duymustu, kendisini cagiran, bir seylerin zamaninin geldigini haber veren. bir an duraksadi ve bu seferkinin oyle siradan bir heyecan olmadigi gercegini kavradi. bir seyler yapmaliydi. kendisinden ve haftada bir temizlige yardim etmek icin gelen annesinden baska kimsenin kapisini acmadigi evine dogru yururken uzun zamandir yapmadigi bir sey yapip, gunun coktan geride kalmis olmasina ragmen bir gazete satin aldi. normalde hic merak etmezdi dunyada neyin olup bittigini ya da en azindan merak etmedigini soylerdi kendi kendine. "banane cinnet gecirmislerin fotograf albumu ucuncu sayfalardan, bana ne yeni dogum yapan pandalardan ya da halki yonettiklerinin sana mandalardan, bana ne." icinde duydugu sesleri anlamli kilacak ilahi bir cagri bulmayi umarak hizlica karistirdi sayfalari. ayakkabi seciminde her zamanki gibi yanilmis olmasindan dolayi sirilsiklam olan coraplarinin icinde titrer vaziyette, elinde gunluk bir gazete, bir marketin onunde dikilmis mucizesinin gerceklesmesini bekliyordu. ama ne kadar ugrastiysa, farkli farkli gazeteleri denediyse de iliklerine kadar hissetmeye basladigi hava durumu yazilarindan baska anlamili, gercege yakin bir sey bulamiyordu. beyni degilse de vucudu pes etti. son bir gayretle istanbul'un hispeten ucuz semtlerinden birinde olan evine atti kendini, ocaga kahve icin su koydu, bir sonraki maasiyla bir kahve makinasi almaya karar verdi ve kacisi yokmus gibi gorunen kafesinin icinde tepinmeyi birakip kendisini sessiz bir uyusukluga teslim etti.
    * * *
    (situs inversus 23.01.2008 16:19 ~ 23.01.2008 16:19)
  9. plan yapmak. aslında pek de hoşuna gitmeyen ama yine de elinde olmadan yaptığı bir şeydi bu: plan yapmak. yine bir anda plan yapmış ve gelecek ayki maaşıyla bir kahve makinesi alacağını düşünmüştü. neden şimdiden düşündü bunu? bu tür düşünceler neden tam da o alete ihtiyacı olduğunda aklına gelirdi ki zaten? kahve yapmaya değil de çamaşır yıkamaya gitseydi çamaşır makinesi almayı mı geçirecekti acaba kafasından? plan yapmak: elinde olmadan, daima, geleceğe yönelik kararlar almak... işte en çok bundan nefret ettiğini sanıyordu inversus, geleceği düşünmekten ziyade şu anın varlığının tadını çıkarmayı uzun süre denemiş fakat yine de bundan pek başarılı olamamıştı. acaba onun şimdiki depresifliğinin temelinde hep olmayı düşündüğü -planladığı- ama her düşündüğünü yapamadığı gibi yapamadığı yeni bir benlik yaratma çabasının başarısızlığı mı vardı? kim bilir belki de o duyduğu ya da duyduğunu zannettiği sesler o yaratmak istediği fakat yaratamadığı "gerçek"ten geliyordu.

    kafasında bu düşünceler, ocakta bir cezvenin içerisinde kahve için koyulmuş suyu unutarak uykuya dalıyordu...
    (iruneach 23.01.2008 16:50 ~ 23.01.2008 22:49)
  10. düşünde kendini çocuk olarak görüyordu kendi çocukluğunun neş'eli anılarının içnden çıkmaya çalışıyordu bugüne doğru. gördüğü çocuk kendisi şimdiki kendisine yabancıydı kendisinden çok farklı olduğunu düşünerek başka bir yerlerden bakıyordu hayata. zaman alıp yürümüştü insan olmak yetişkinleşmek, ergen olmayı yaşamıştı. teninden tenler geçmiş, zihninden binbir türlü oyunbazlıklar çıkmıştı. Şimdilerde yeniden içindeki o eski çocukla barışmaya çalışıyordu. bu gece o çocuğu gördüğü ilk geceydi. Kendi yabancılığından, kendine yabancılığından sıyrılmayı arzuladığını keşfettiği ilk gece. Rüya mı gerçek mi olduğunu çözemediği bu kesitin içinde düşünü kovalayan bir çocuktu düşün gerçeğe dönmesini arzulayan. O düş gerçeğe yakın kaldığı incecik yerde;
    uyanıverdi...
    (sifaci 23.01.2008 18:10 ~ 25.01.2008 19:19)
  11. -aynı anda trabzonda- yaşlılıktan iki büklüm olmuş, kalın gözlüklerinin arkasından etrafa ilgisizce bakan bir kadın ve iki eli de alışveriş poşetleriyle dolmuş dengesini güçlükle sağlayan genç bir çocuk hiç konuşmadan ağır ağır tırmanıyorlardı yokuşu. genç belli ki sıkılmıştı, soğuktan kuruyan ellerini poşetler kesiyordu ve teyzenin yürüyüş hızından oldukça rahatsız olmuştu. bakışlarıyla onu hızlandıracak gibi aralıksız baktı teyzeye. yaşlı kadın sabit bakışlarla somurtarak yürüyordu, ve gencin ne düşündüğü umrunda değil gibiydi. genç için oldukça uzun bir süre sonra çıkmaz sokağın sonuna vardılar. demir kapılı, üç katlı eski bir evin önünde durdu yaşlı kadın, çantasında anahtarı aramaya koyuldu. genç poşetleri yere bırakıp arada teyzeye sitemkar bakışlar atmayı da ihmal etmeyerek ovuşturdu ellerini. kapı gıcırtıyla açıldı, ard arda içeri girdiler. merdivenleri tırmanıp en üst kata çıktılar. teyze bu sefer farklı bir anahtarla seçip el yordamıyla anahtar deliğini bulmaya çalışırken genç elindeki poşetleri yere bırakıp inmeye koyuldu. bir an duraksadı, haber verip vermemsi gerektiği konusunda gereksiz bir çelişkiye düşmüşken yaşlı kadın arkasını dönüp, başıyla gitmesini işaret etti. genç kale alınmadığı için sinirlenmiş biçimde söylenerek alt kata indi. ev sahibine yardım ettiği için en azından bir teşekkürü hakettiğini düşünüyordu. bir alt kattaki kapının önünde durup atrafa hızlıca göz attı, kimsenin olmadığından emin olunca elini kilit üzerinde gezdirdi, parmakları oynadı, ve kapı açıldı. merdiven boşluğuna son kez kaçamak bir bakış attıktan sonra içeri girip kapıyı kapattı..
    (halukumben 23.01.2008 18:19)
  12. evin her zerresinde yalnız yaşamanın verdiği hüzün ve kontrolsüzlük kaynaklı dağınıklık vardı. her şey her yerdeydi. tozlu gıcırtılı ve fareli tahta düşeme her gıcırtısında adeta evin çökeceğini müjdeler gibiydi. bu ortam tam da yalnız kalmak isteyen birinin ideal ortamıydı. bir hiç bu kadar melankoliye ve depresyona sürükleyemezdi bir insanı.

    ev sahibesinden hiç yoktan beklediği tebessümü alamayan halukumben, bu duruma aslında hiç darıkmayarak ancak, insanların nezakketen uzak oluşlarına tepkili bir duruş sergiliyordu. oturma odasının loşlaşmış ışığı altında bir kaç ay önceki parlaklığından eser kalmamış koltuğuna oturdu torgun argın. acıkmıştı, fakat yemek ile uğraşmak istemiyordu. manasız bir bıkkınlık çökmüştü üzerine. bu bıkkınlığın bu akşamki sebebi ise suratsız ev sahibesiydi. oruduğu yerden odayı süzdü. kendini oyalamak için elinde oyuncak olacak birşeyler aradı. gözleri tam önünde duran sehpanın üzerinde yüz üstü düşmüş resim çerçevesine ilişti. elini uzattı, çerçeveyi aldı. bir sahil kıyısında 3 erkek ve 1 kadının mutluluk anını belgeyen bir resim vardı çerçevenin içinde. transkripsion, inversus ve halukumben... ancak, hatun kişinin silueti silinmiş gibiydi. yüzünü seçemedi halukumben. üzerine, resimdeki kadının kim olduğunu hatırlayamıyordu. zihnini zorladı uzun müddet. "kim bu kadın?.."
    (transkripsion 24.01.2008 18:57)
  13. nedense birden yani aniden; evet itirafcı.com adresine itiraf döktürmek gerekirse işsiz olduğunu hatırlayıverdi. nasıl mı hatırladı; hani filimlerde oluyor bir sahneden öbürüne hatta daha eskilere doğru aniden. tam olarak işte o şekilde hatırladı.

    aslında doğruyu söylemek gerekirse ki aslında doğruyu söylemek geremese de sürekli aklından çıkmayan bir işsizliğinin varlığının idrakine vardı. varmak elbetteki varılan noktanın iyiliğiyle doğru orantılı bir menzildir. İşsizlik işsizin bizzat kendisini finanse edebilmesi ve finanse edebilmesi gerekenleri de finanse edebilmesi imkan dahilinde mümkün ise şüphesiz ki mükemmel bir şeydir. ama yoktur ki dünyada finans denen illetin parasızlık ile geçiştirilebileni. ya da vardır ama daha oralarda sanayi devrimi falan olmamıştır ve paraya da zaten gereksinim filan yoktur. yokluğu varlığa çevirmenin insani literatürdeki anlamı çalışmaktır. İş bulmak işte tam olarak budur. eğer iş aramaya başladıktan sonra iş aramayı iyi bir biçimde sonlandırabilirse...

    sabah erkenden form doldurduğu işyerinden henüz eve dönüp, hafif küf kokulu yastığa balyoz misali umutsuz kafasını indireli ne kadar oldu bilemezdi zira uyku anında zaman bilincini yitirdiğini fark ettiğinde kısa donuyla sokaklarda koşturmaya henüz başlamamıştı. ki acı acı nasıl çalar bir telefon bilinmez ama telefonu acı acı giderayak ısrarla çaldı, çaldı çaldı. yarım saat ya uyumuştu ya da uyumamıştı. zira ne uyurken uyumadan önce ne de uyanırken ya da uyandıktan sonra saatteki akrep ve yelkovanın koordinatlarını merak etmişti. her ne kadar ucuz, işporta modeli siyah elektronik casio saatler kullansa da ve bu tarz saatlerde akrep ve yelkovan olmasa da bu kadarcık kolay işi bile yapmamıştı, yapamamıştı ya da ruhuna bile işleyen tembellik nedeniyle yapmak istememişti. evet saate bakmaya bile üşenecek kadar tembel biri olduğuna şaşırmıyordu zira daha geçen gün işte uyumak için hafif küf kokulu yastığına umutsuz kafatasını yerleştirmeye bile üşendiğinden oturduğu yerde uyuyan kendisi değil miydi?

    ama öğretici olan hayat bütün tembellik ve miskinliğine rağmen şunu da öğretmişti ki bir telefonun çalmasındaki acılık aslında çalarken ki zamanda telefonu çalınan kişinin uykuda olması ile alakalıdır. ya da telefonun çalma zamanındaki çalmaları o zamanda telefon çalma olayının beklenmedik olması gerekmektedir. ya da belli ki kötü bir beklenti olsa gerektir acı acı çalması telefonun. nihayet acı acı çalmaktan vazgeçip, öfkelenmeye doğru seğirten telefonun kirli ahizesini kaldırmayı başabildi. uğruna mücadele edilen hedefe varmak başarı ise bu da bir başarı olarak görülmeli değil midir tembel diye mırıldandı aynı zamanda ve ekledi sanki neden borcundan dolayı kapatmadılar ki telefonu. gayet isteksiz bir şekilde dudaklarından;"uyuyordum ulan." dercesine ama bir o kadar da sessiz ve içinden;" alo" kelimesi, kelimenin ikinci hecesine biraz daha içinden söylercesine döküldü. sanki hafızasındaki kelimeleri birden boşaltmak için "alo" denmesini kırk yıldır, yerin yedi kat dibindeki karanlık zindanında beklermişcesine bekleyen ve fırlayan bir karabaş misali konuştu muhatap;
    -İşe alındınız. bu gün öğleden sonra saat ikide gelin, detayları görüşelim.
    hassiktir diyesi gelsede çenese tutup; hemen gelsem diye diretti bir müddet karşısındaki bayanın olmazlarını bastırmak istercesine. Öğleden sonra başkaca bir görüşmesi vardı diyerek yalan uydurdu kendisini bile kendisinin az önce uydurduğu yalana inandıramadığı halde. bal gibi de madem uykusu bölünmüştü tamama ersindi işte diye düşünüyordu. bu görüşme işini de aradan çıkartınca, öğle yemeğini de görüşme anında bedavaya getirebilirse, tokluğunun baskısıyla devreye girecek, gelmek zorunda kalacak uykudan yararlanmak istiyordu aslında. hatta dönüş yolunda otobüsün bile sıcacık sıcacık koltuklarında küf ve rutubet yani kötü kokulu yastığı olmaksızın uyuyabilirdi. israrlara dayanamayan ve bu ısrarları telefonda tahlil edemeyecek kadar toy görüşmeci ısrarları azme yorduğundan olsa gerek pes etti ve ardından isteksizliğini telefonun mekanik kablolarından iletebildiği kadarı ile ses tellerine yükleyerek öğleden önce görüşmeyi kabul ettiğini söyleyiverdi. tanrım. bazen cümleleri oluşturan kelimelerin sözlük anlamları neden bu kadar önemliydi ki diye düşündü yine aptal aptal. sonra aslı astarı var mıydı bilmediği halde aslında sürekli düşünerek beyninin enerji tükettiğini varsayarak düşünmeye ara vermeyi de denedi evden çıkmak için hazırlanırken.

    biraz da tembelliğinin en çok bu yönünü seviyordu. Öfkelendiği bir konuyu bir iki saniyelik zaman diliminde fırsata dönüştürebilen ama ne yazık ki henüz sefaletten kurtaramayan işte bu tembelliğiydi. tembeller yaratıcı olmaz mıydı hem. arsızca gülümsemesini masumlaştırmaya çalıştırarak kimle görüşeceğini sordu telefonun diğer ucundaki toy görüşmeciye;
    -güvenlikten başvur, biriyle görüşürsün. dedi. israr etti yeniden ısrarının inatçılıkla karıştırılmasını istiyormuşcasına. İsim istedi ki bir katakulleye gelmesindi. filanca beni çağırdıydı diyebilsindi. İsim vermeyen telefonlara zaten pek güven olmaz. İsimsiz telefonların sağı solu da zaten beli olmaz. Şimdilerde işler o kadar iyi değil ki bir yönetim felsefesi olarak okullarda ders olarak okutulmadığı halde uygulamanın en meşhur sloganı olan; "bugün git yarın gelme." ilkesi özel sektör işletmelerinde de bayağı tutulur vaziyetteydi. israr edince bir isim verdiler, ısrar edenlere genelde bir isim verirler zaten. bu kimi zaman bir kişi ismidir kimi zaman ise departman ismidir;
    -hakan bey! dedi toy görüşmeci. aslında söylemek istediği; "yeter ulan! sülük gibi yapıştın"dı. ama kimse aslında söylerken söylediklerini aslında söylemek istediklerini söylemez di mi?gerçekte öyle bir isim yoktu zaten görüştümeye gittiği zaman görüşeği kişi aslında hakan bey değildi. hakan bey kimdi ki tanıyan var mıydı gibi bir kaç soru kıvrılıverecekti personel Şefinin odasında görüşmek için vardığında.

    verilen zamanda olmasa birazcık zamanı aşarak yani akrep ve yelkovanın anlatmak istediği şekliye saat onbir buçuğa beş dakikalı mesefede iken verilen adrese daha doğrusu önceden bildiği adrese vardığında ucuz olduğu her halinden belli üniformalarıyla güvenlikçilerin "bekle bakalım biraz" diyerek beklettiği güvenlik kapısında abartısız, hangi ayın soğuk bir kış günüydü belirsiz ama ama en az kırkbeş dakika bekletilmişti, sürekli duyduğu teselli sözcükleri de vardı o zamanlar ve bekletilmenin öfkesini kabartacağını bilerek dinlemişti modern güvenlikçi ninnilerini;
    - acele etme. biz sana haber vereğiz. oysa ki, halbuki neden haber vereceğiniz zamanda gelmediydim ki ya da neden haber vereceğiniz zamanda gel demediydiniz ki diye sorularla oyalandı biraz. Öğle vaktindeki nükseden açlığının öfkelenmesine beceriksizce engel olmaya çalışarak .

    ruslar soğuk havanın her fırsatta votkaladıkları bedenleri daha az etkilemesi için pek kıpırdamazlarmış, sakince sakince beklerlermiş, almanlar ise soğuk havada üşümemek için sürekli hareket ederlermiş. almanlar aklına gelince sanki neden otoparkda duran mercedeslerden biri aklına gelmezdi ki. ya da neden alman denince aklına pasta, çikolota gelirdi ki diye oyalanmaya çalıştı biraz daha. biraz rus stili birazcık da alman usulu ufacık tefecik adımcıklar atarak bir sentez oluşturarak beklerken ancak yapabildiği durmaklar arasında serpiştirmeye çalıştıysa da eğer soğukta kırkbeş dakika kadar beklerken ısınacak pek bir şeyiniz yoksa üşüyeceksiniz esbabı mucibince çaresiz ve bekletenleri içinden, kimseye duyurmayak analarına avratların varıncaya dek kalayladı öte yandan üşürken. ama o günü özel kılan şey bu üşümeleri olsaydı üşümek fiili üzerine o güne ait daha başka şeyler de düşünmüş olmalıydı. düşünseydi genelde hatırladığı o gündeki böylesi düşüncelerini de hatırlardı.

    Üşümek için zahmet etmenize gerek yok zahmetsizce üşümek için de bir şeycikler yapmaya gerek yok. zaman zaman okuduğu polisiye romanların, hikayelerin ya da cümle alet edevatın da etkisiyle olsa gerektir kendi kendine; lan inadına mı bekletiyorlar, sabrını mı sınıyorlar falan diye düşündü biraz daha ama alınan cevaplar aynıydı, hep aynıdır zaten;
    - lan haber verecez dedik ya. demişlerdi ama "İçerdekilerin de işi var." dememişlerdi. İlginçtir "lan" hitabına takılmadığı gibi tepki de vermemişti. bizimkisi iş değil demek diye düşünmüştü sadece. ya da önemsiz bir iş işte diye kendi kendine düşünüvermişti. binanın üst katlarına göz atıp. o günlerde önemsenmeyecek kadar önemsiz bir iş dahi aslında önemli bir işti. Üstelik uzun bir sürenin bir kısmında özellikle iş aramış bir baltaya sap olabilmek için çaba sarf etmediyse tembelliğine toz kondurmadan.

    zaten daha önce başvurmayı düşündüğü ama tembelliğine söverek sonradan vazgeçtiği televizyon anteni imalatçısı atölyesinin daha sonra battığını öğreneceğine göre ileride bu iş tahminice o günün kötü koşullarında ihtimale binaen belki de iyi olabilirdi.

    gel zaman git zaman, içeriye çağrıldığında nihayet uzunca bir zamanın ardında "otur" denmesini beklemeden biraz da soğukta bekletilmenin verdiği vurdumduymazlık ve öfkeyle direkt personel şefinin karşısındaki koltuğa kurulduydu edeplice. fazlaca yayılmadan hatta arkasına bile yaslanmadan direkt oturmak nasıl tanımlanırsa işte öyle. atılma hazır ok imacı mı yaymaya çalışıyordu ne aklınca. oturmak için "otur" denmesini bekleseydi boşa beklemiş olurdu zaten. bunu biraz daha gelecekten yani şimdi düşününce anlayabiliyordu.

    İnsan soğuk havadan öfkeyle sıcacık bir ortama girince öfkeden arınır mı yoksa o mu biraz duruldu bilinmez ama içeride sakinleşmişti birazcık. personel Şefi konuşurken çay gelecek diye sürekli bir kulağı arkasından açılacak kapıdaydı oysa ki boşa zahmet umud etmişti. duyduklarından hatırladıkları sadece asgari ücret seksen milyonmuş biz seksenbeş milyon veriyoruz dediydiler. o kadar da önemli değil beş milyon ama önemsiz şeyleri önemliymişcesine anlatınca sanki dinleyen talihsiz kişisi anlatılan bütün bu önemsiz şeyleri çok önemsemeliymiş gibisine geliyor diye mi düşünüyorlardı ne. ve sonra mesailer, fazla çalışmalar ile birlikte eline yüz yüz elli milyon falan geçermiş. bak işte bu iyiydi. altı ay falan çalışsaydı yeterdi sonrasına sonrasında karar verecekti artık. ssk denen cihazı altı ay kadar sonra yapacaklarmış gibi şeylerdi şimdiye dek unutmadan baki kalan aklında. demek ortam bu kadar kötüydü diye düşündü sonra ulan sanki haberin yok mu dangalak diye bu düşüncelerini aklından kovarak görüşmeye odaklandı tekrar. Çay hiç gelmedi tabi. bir kaç sorudan sonra hemen işe başlayabileceği söylendiydi. hemen kabul etti. İşsiz ve parasız geçen dört aydan sonra alabildiği en adam akıllı karar budur diye sevinerek tabi ki. biraz toparlanınca daha iyi kararlar alabilme umuduyla bu kararı çok fazla da umursamadı kaçırdığı yemek saatini umursadığı kadar. zaten insanlar girebildiği yerlerden çıkabilirler de bir bahane uydurup madem ki yemek saatini kaçırdı daha önceden planladığı gibi öğleden sonrasını bir şekilde kalan uykusu ile onurlandırmalıydı. ama ya yemek; dışardan bir şeyler atıştırırdı ki.

    yağlı ve ucuz malzemeden mamul iki kır pidesi ve uykusunu tekrardan mahmuzlayacak ayran mesela diye düşündüğünde çoktan personel Şefi ile vedalaşıp/anlaşıp yola koyulmuştu gelirken gördüğü ve iç geçirerek bir müddet seyrettiğini hatırladığı pideci dükkanına doğru. vedalaşm anında personel Şefinin vedalaşma ritullerini hadi git bir an önce, işim var lisanı haliyle yaptığını fark ederek yeniden küfür kafir sövgülerini sundu içinden. ucuz olduğu için bayağı olan bir kır pidesine bu kadar çok sevinebilirken sanki neden işe kabul edildiği için sevinemiyordu ki?

    plastik çerçeveli ucuz casio saati biri biplediğinde çoktan siparişini vermişti kirli beyaz önlüklü garsonumsu çocuğa.
    (mancene 24.01.2008 19:39 ~ 24.01.2008 19:48)
  14. o an karadeniz ikliminin nispeten iliman oldugunu yazan ilkokul kitaplarinin yazarlarindan birini eline gecirse, essek sulan gelinceye kadar dovebilirdi haluk*. yasli komsunun posetlerinin agirligindan degil de, aralik ayinin ortasinda kapisi soguk cehenneme acilan eski bir evde sobasiz olarak yasamaktan kipkirmizi olan ellerinin arasina aldigi resme derin derin bakiyordu. universite yillarinda ictikleri su ayri gitmeyen bu uclunun arasindaki silueti belli olmayan kadin acaba kim olabilirdi. arkadaslari tahsin* ve ihsan*in o resmin cekildigi donemde -tabiri caizse- birer sap oldugunu biliyordu. kadinin yuzu belli olmasa da durusu, vucudunun dikligi, onun da kendi yas gruplarindan birisi oldugunu acikca belli ediyordu. ama ne kadar ugrasdiysa da kadinin kim oldugunu hatirlayamadi.
    -----------------------------------------------------------*--------------------------------------------------------------------------------
    2010 yili, kis mevsimini sokaklarda gecirmek zorunda olanlar icin pek de iyi bir yil sayilmazdi. gunduz vakti bir lokma ekmek icin gozlerinin icine baktiklari insanlar sicak yataklarinda en derin uykularda gezerlerken, o evsiz insanlar siginacak nispeten sicak bir yer aramakla meskul olurlardi genellikle. bazilari terk edilmis bir binaya siginir, bazilari metal peynir tenekesinin icinde yanan atesin sonmemesini umut ederken uyuya kalir, bazilari ise dolayli olarak o an icinde bulunduklari durumun sorumlularindan biri olan bankalarin, atm kabinlerine kendini atip bir guvenlik gorevlisinin gelmemesi icin dua eder.

    bir zamanlar -tam olarak ifade etmek gerekirse universite yillarinda- ates gibi bir kizil tonda boyamaktan buyuk zevk aldigi, simdi ise bakimsizliktan bir sokak kopeginin tuylerini andiran saclari, gun boyunca araliksiz olarak yagan karin kendisine hediye ettigi beyaz berenin erimesiyle tekrar ortaya cikmis olan melek o gecenin sansizlarindandi. ne bir atm kabini, ne de terkedilmis bir ev vardi yakinlarda. beyoglu taraflarinda olsa mutlaka kendi gibi birileriyle karsilasir, soguktan donmamanin bir yolunu bulurdu. ancak kendisinin aciz durumunu fark edip ondan faydalanmak isteyen bir sehir eskiyasi, tecavuz ettikten sonra onu hic bilmedigi, kus ucmaz kervan gecmez bir yerde arabasindan atmisti. gunduz onunde dilendigi bufedeki radyodan gelen ses, kar yagisinin istanbul'u terk edecegini soyluyordu. hayati boyunca karsisina cikan istisnasiz her insanin kendisine turlu yalanlar soylemis olmasindan dolayi olsa gerek, pek kizmadi radyo spikerine. soguktan donmamak icin yuz metrelik bir cizgi boyunca bir o yana bir bu yana yuruyordu. bir yandan da neden donmak istemedigini geciriyordu kafasindan. zira hayat denilen tanimi hala tam olarak yapilamamis olgu, marmara universitesi hukuk fakultesi'ni derece ile bitirmis olan bu genc kadina hic de adil davranmamisti simdiye dek. peki neden hala bu hayati yasamakta israr ediyordu? o eskiyanin vurdugu yerlerin acisi bile yuregindeki bircok haksizliga ugramis olmaktan kaynaklanan siziyi bastiramiyordu. kendisinin dunyaya gozunu actigi anda vefat eden annesini, annesinin olumunden o kucuk bebegi sorumlu tutan alkolik babasini, yetistirme yurdunda gecirdigi yillarda kendisine iskence eden gorevlileri, bir 23 nisan gunu yurdu ziyarete geldiginde kendisini gorup evlat edinen ve onun egitimi, iyi bir birey olabilmesi icin her turlu fedakarligi yapan akalin ailesinin hanimi munevver akalin'i, kocasi remzi bey'i tek tek gecirdi sogugun etkisiyle fonksiyonlari yavaslamakta olan zihninden. ve son olarak hayatinin en guzel zamanlarini gecirdigi universite yillarini dusundu; tahsin'i, ihsan'i ve kendisini unutmayi secmis olsa da onun asla unutamadigi haluk'u. en yakin arkadaslarini.

    iste hayat sinavinin en kazik sorulariyla ugrasmaktan genc yasta bitap dusmus melek'in aklindan gecen son seyler bunlardi. bilinci yavas yavas onu terk etti ve dis gorunus itibari ile olmasa da ruhunun temizligi ile adina yarasir bir sekilde bu dunyadan kanatlandi.
    ----------------------------------------------------------*------------------------------------------------------------
    22 aralik 2010 cumartesi tarihli ulusal gazetelerin tamamini sehpasina yerlestirmis olan ihsan, gunun ilk kahvesini icmeye ve kendisini cagiran sesin ne anlama geldigini -aptalca bir yontem oldugunu bile bile- gazetelerde aramaya niyetli olarak, sokagin basindaki spotcudan cetin bir pazarlik sonucu makul bir fiyata aldigi koltuguna oturdu. ancak ilk fark ettigi ucuncu sayfanin sol alt kosesindeki trajik olum haberiydi. "vakti ile calistigi avukatlik burosunu dolandirdigi suclamasiyla avukatlik gorevinden alinan melek cetin'in, dun gece silivri mevkinde bos bir arazide soguktan donmus olarak bulundugunu, yapilan otopsi sonucuna gore de genc kadinin olmeden once cinsel tacize maruz kaldigi..."
    - "aman allahim..." agzindan cikmayi becerebilen tek soz buydu. bir anlik duraksamadan sonra telefona dogru yoneldi.

    22 aralik sabahi sinop icin vaktinden once agizdan kacirildigi icin insanlari pek sasirtmayan bir surpriz ile baslamisti; sokaklar tamamen karla kaplanmis vaziyetteydi. tum mahalle annelerinden zar-zor izin kopabilmis olan cocuklarin kartopu savaslarinin gurultusu ile dolup tasiyordu. bu soguk gunde yataktan kalkmak icin hic acele etmiyordu tahsin. taki telefon kotu bir haber verecekmiscesine feryat figan calmaya baslayana kadar. arayan istanbul'da yasayan universite arkadasi ihsan'di. "melek...melek olmus."

    aslinda haberi ilk alan ihsan degildi. haluk'un onceki gece kim oldugunu hatirlayamadigi -en azindan hatirlayamiyormus gibi yaptigi- kadinin, masanin uzerinde bulunan fotografdaki bulanik yuzu gazetenin ucuncu sayfasinda oldukca net olarak cikmisti. ihsan ve tahsin kadar yakin arkadasi olan melek'in yuzu; gozlerini her kapattiginda gormeye basladigi yuz; sevdigi kadinin yuzu...

    * *
    (situs inversus 25.01.2008 05:47 ~ 26.01.2008 01:45)
  15. (tahsin'in günliğinden)

    "21 aralık 2010 cuma..

    ...son zamanlarda bir gariplik var sanki bende. nereden geldiğini bilmediğim bir ses sürekli bana hazır olup olmadığımı sorup duruyor. neye hazır olmalıyım? ve neden sürekli aynı iki kelime? hazır mısın?..

    yerleşik hayata geçmeyi tamda yeni başarmıştım halbuki. baronun geleceği parlak avukatı sıfatını üç ay içinda alan tek kişiydim. ve sanırım paraya para demiyecektim gelecek zamanlarda. tüm koşullar yerli yerinde ve adeta beni nasıl saygıdeğer bir avukat yapacağı alenen ortada hayatın. ama o ses... bütün konsantrasyonmu bozdu ve bunca zaman üzerine ilk davamı kaybetmeme neden oldu. anlam vermeye çalışıyorum, olmuyor... ve beni delirtmek istercesine sadece kulağımda çınlamakla kalmıyor, beynimin içinde de zonkluyor bu ses. hazır mısın?.."

    melek'in ölüm haberini duyar duymaz o malum resme adeta yapıştı tahsin. ağlamamk için kendince bahaneler uyduruyordu. sokağa attı kendini ve hemen bir gazete edindi. yüzü güldüğü zaman insanlara mutluluk veren melek'in casız bedeni şimdi üçüncü sayfalarda, kırmızı halkalar içindeydi. hayata, kötü olan her şeye isyan etmek istedi. zaten ruhu buna elverişliydi her zaman. öğrencilik yıllarının hızlı eylemcilerinden, sosyalist grupların çetin fikir adamlarındandı. haykırmak unun için ruhuna kilitlenecek bir oluşum değil, kitlelere ulaşacak bir dışa vurum, bir uyandırıştı...

    bir an önce istanbul'a gitmeliydi. o gün içerisindeki tüm randevularını iptal etti.tüm hazırlıklarını büyük bir telaşla, buna rağmen hiç eksiksiz tamamladı. ancak kar yolları kapatmıştı ve sinop'un havalimanı sadece askeri uçaklar için çalışıyordu. bir yol buşup samsun'a gitmeliydi. oradan ilk uçak ile istanbul...

    tabiri caizse otogarda terör estiriyordu. bütün otobüs firmalarını tek tek gezip, olumsuz yanıt aldığı zamanda olay çıkarıyordu. bu yaşadıkları kesinlikle duyulacaktı çünkü sinop, küçük bir şehirdi. siniri geçmek bilmiyordu. henüz bir arabası olmadığı içinde kendine küfretmeye başladı bu seferde. çare yoktu, yürüyecekti.

    o soğukta, daracık şehirlerarası yol üzerinde tahsin, beyazlar içindeki tek siyah noktaydı. gözü dönmüştü bir kere ve artık düşene kadar duramazdı. neyseki yoldan geçen bir otomobil aldı tahsin'i. soğuktan donmuş bedeni çözülürken ve dolayısıla tahsin sakinleşirken ve bağıracak çağıaracak bir şey kalmadığından, siniri ile kederinin karışımından, sessizce ağlamaya başladı. hem melek için, hem de o susmak bilmeyen ses yüzünden...
    (transkripsion 25.01.2008 16:46)
  16. butun universite son sinif ogrencileri huzursuz insanlardir. okulu bitirmeleri icin gozlerinin icine bakan aileleri, bir yandan da daha sonrasinin planlarini yapmaya koyulmuslardir onlar adina. once askere gidilmelidir ki sonralari ayak bagi olmasin. sonra tabi is bulunup bir duzen kurulacak. ondan sonra zaten tek bir sey kaliyor ailelere gore; helal sut emmis bir gelin veya eli ekmek tutan guvenilir bir dagmat bulmak. bu gorevi de tamakladiktan sonra koltuklarina oturup kisinin hayatini alelade bir sabah programiymis gibi izler vaziyette olumu beklerler. ancak bir universite son sinif ogrencisinin yakinda girecegi final sinavlarini ve artik hic de uzak olmayan gelecekte yapacaklarini dusunmekten firsat bulabildigi zamanlarda kalbinin derinliklerinde hissettigi bir duygu daha vardir; yillardir beraber oldugu arkadaslarindan ayrilacak olmak. bazi asiri optimistler omur boyu gorusmeye devam edeceklerini dusunurler, bazi asiri pesimistler ise mezuniyet gununun arkadaslarini gorecekleri son gun oldugunu. ancak ortak bir gercek vardir, o da cogunun farkli sehirlerden gelmis olmasi ve o sehirlerde hayatlarindaki en buyuk basari ile gururlanmayi dort gozle bekleyen insanlarin varligi. butun bu ic daraltici dusuncelerin arasinda zaman fark edilemez bir hizla gecer ve herkes kaderin kendileri icin cizmis oldugu yonde ilerlemek adina, en guzel anilarini gecirdigi sehirleri arkada birakip dagilir.

    haluk-ihsan-tahsin* ortak yasam formunun kaderi de bu olmustu. istanbul ihsan'in dogup buyudugu sehirdi ve mezuniyetten sonra baska bir sehirde yasamayi aklinin ucundan bile gecirmemisti. haluk ve tahsin ise bu buyuk sehirde yasamak istemiyor, yollarina memleketlerinde devam etmeyi dusunuyorlardi. hal boyle olunca bir dogruyu tamamlamaya calisircasina karadeniz sahilindeki uc farkli noktaya dagildilar. istanbul'dan ayrilmak haluk icin tahsin'e kiyasla cok daha zor oldu. cunku onun geride birakacagi tek kisi ihsan degildi.

    * * *

    cocuklugunun ilk yillarini antalya'da gecirmis olan melek, akdeniz'in, kiyisinda yasayan tum insanlara armagani olan canayakinligin daha sonra kendi basina ne dertler acacagini bilemiyordu. sekiz yasinda bir kiz cocuguydu ve ayyas bir babadan baska kimsesi yoktu; kendisine anne katili damgasi vurmus olan bir baba. bir aksam meyhane donusu melek'in babasi mahmut cetin'in altinda kalarak can verdigi kamyonetin soforunun, birkac dakika oncesine kadar kendisiyle ayni mekanda icki icen baska bir guruptaki adamlardan biri oldugunu kimse ogrenemedi. ancak herkesin bilincinde oldugu bir gercek vardi; sekiz yasindaki kimsesiz bir kiz cocugunun yetistirme yurdundan baska gidecek bir yeri olmadigi gercegi.

    gecmisinde yasadigi zor gunleri asla unutmayan melek, onca cabanin sonucunda bir kac ay sonra universiteden mezun olacagina pek de sevinemiyordu. meslegini istedigi seviyede icra edebilmesi icin istanbul'da kalmasi gerektigini dusunuyordu fakat melek'e kiyasla hayalleri daha mutevazi olan haluk, sevdigi kadindan ayrilma pahasina bile olsa bu sehirden uzaklasmaliydi. sevmiyordu kalabaliklar icindeki herhangi bir insan olmayi, dahasi kalabalik kavraminin kendisinden bile hic haz etmiyordu. hem trabzon'da onu bekleyen bir ailesi vardi. eger kendisini gercekten seviyorsa melek'in onun pesinden gelmesi gerektigine inaniyordu. sevgisin boyutlarinin bu sekilde test edilmesine oldukca sinirlenen melek tavrini acikca ortaya koydu. istanbul'da kalacakti. bu durumda kacinilmaz olan ayrilik gerceklesti ama ne melek ideallerini askinin onunde tutmus olmasinin vicdan azabindan kurtulabildi, ne de haluk sevdigi kadini geride birakip istanbul'dan ayrildigi icin kendini affedebildi.

    simdi bunlarin hicbir onemi kalmamisti cunku melek artik yoktu. geriye kalan tek ve en buyuk gercek haluk'un kalbine bir golge gibi cokmus olan pismanlik duygusuydu. vicdan azabi cekiyordu. eger istanbul'da kalsa melek'le evlenebilir, mutlu bir yasam surdurebilirdi. hem, basarilarini cekemeyen kalles is arkadaslarinin melek'e camur attiklari, onu dolandiricilikla sucladiklari donemde, sevdigi kadinin yaninda olabilir, onun bu zor gunleri atlatmasina yardim edebilirdi. eger oyle yapsaydi melek simdi yasiyor olabilirdi. ama yapmamisti ve artik hatasini telafi etmek icin cok gecti.

    iste, trabzon havaalanindan istanbul'a gitmek icin saatler once kalkmis olmasi gereken ancak hava mualefeti sebebiyle rotar yapmis olan ucagini beklerken tam olarak bu ruh hali icindeydi haluk.
    (situs inversus 26.01.2008 03:11 ~ 26.01.2008 03:20)
  17. doğa ile altı saatlik bir inatlaşmanın ardından tahsin, istanbul'a haluk'tan erken varmıştı. etrafa şüpheli gözlerle bakarak iç hatlar terminalinin girişinden bir taksi çevirdi. bir türlü sevememişti bu şehri tahsin. kalabalık, telaş, keşmekeş... ısınamıyordu bir türlü istanbul'a. insan yığınları arasında amaçsız hissediyordu. çünkü herkes sanki bir işin peşinden koştururmuş gibiydi bu şehirde. sanki herkesin bir amacı vardıve tahsn bu akışa kendini bir türlü kaptıramamıştı. yol boyu hiç özlemediği istanbul'u içinde bulunduğu psikolojinin de etkisiyle adeta nefret edercesine izliyordu.

    ihsan'ın bahsettiği adli tıp morguna geldi. binaın her zerresinde ayrı bir soğukluk vardı. duvarlar spluk ve iç karartıcıydı. insnlar sanki orada zorunlu olarak çalışıyor gibiydiler. morg kapısının hemen önünde ihsan aynı durumdan muzdarip voltalar atıyordu koridor boyu. tahsin" ihsan..." diye seslendi. sarıldılar, kasret giderdiler. "başımız sağolsun kardeşim!.." dedi tahsin zoraki bir ses tonuyla. ikiside ağlamamk için bir bahane arıyordu.

    "başımız sağolsun" dedi ihsan. aslında gelecek yaz sinop'a tahsin'in yanına gideceklerini anımsadı ve bu zamanından erken gerçekleşen buluşmanın verdiği acı adeta yüreğini yakmaya başladı.

    "kimse yok mu?" dedi tahsin.

    "hiç kiöse gelmedi. ne arayan var, ne de bizden başka sahip çıkan.."

    "nasıl yani ya!" diye bağırdı tahsin öfkesi bir kat daha arttı. "o lanet iş yerinden bile mi? ya ailesi?"

    ihsan!'ın gözleri doldu. başını öne eğdi "yok işte abi! kimsesi yok kızın. eşeklik bende ki onu bi başına bıraktım, ilgilenmedim."

    tahsşn ne diyeceğini bilmez bir haldeydi "iyi bok yedin!" dedi sinirinden. farkettirmedi ama, melek'e bu kadar bağlanmış olduğuna o da şaşırmıştı. bu şaşkınlık durulmasına sebep oldu. ihsan'dan özür diler gibi "ya zaten kafamın içinde bi şeyler çınlıyo kaç gündür" dedi.

    "nasıl yani?"

    "bir ses sürekli..." derken korüdorun öteki ucundan soluk yüzüne düşmüş gölgelerle kendilerine doğru ilerleyen haluk'u gördü...**
    (transkripsion 28.01.2008 11:37)
  18. -kes kes kes...

    oyunun yönetmeni hırsla bağırdı masadakilere. "ya kardeşim siz ne biçim adamlarsınız. kaç kere söyledik değil mi şu okuma provalarına hazırlık olsun diye önceden rollerinize adam gibi çalışın, canlandıracağınız karakterin tahlilini adam gibi yapın diye... ne ki bu şimdi? getirdiniz hikayeyi morgun soğuk dört duvarı içinde geberttiniz. umut neresinde bu oyunun arkadaşlar? sevinç, sevgi, aşk neresinde? seyirci tiyatroya dram izlemeye gelmiyor artık. uyanııııın... alloooooooo..."

    okuma salonunda çık çıkmıyordu. herkes kendince oyundaki karakteri en iyi biçimde tahlil ettiğini, o karakterin neden o şekilde davrandığına dair kişisel hikayesini en iyi biçimde kaleme aldığını düşünmüştü oysa. haluk da, tahsin de ihsan da aynı fikirdeydi. sadece bir kişi, şu oyunun zenginini canlandıran kişi işi ta iş görüşmesinden, işsiz günlerinden ele aldığı için saçmalamış ve yönetmeni kızdırmış olabilirdi.

    oysa bilmedikleri bir şey vardı: tiyatro iflasın eşiğindeydi ve karakter tahlilleri üzerine çalıştıkları bu oyun, onların son şanslarıydı. yönetmen -ki tiyatronun iki hissedarından biriydi- birikiminin son parasını bu işe yatırmış, sıfırı tüketmiş, bütün umutlarını bu oyuna bağlamıştı. özel tiyatroların durumu ortadaydı. eskiden 300-500 kişilik salonlarda ayakta alkışlanan oyunlar yoktu artık. cep tiyatrosu, hatta cep sineması kavramları vardı. dekor, kostüm, ışık hepsi hepsi para demekti ve oyun para kazanamazsa perdeyi açılmamak üzere indirmek demekti...

    yönetmen derin bir nefes aldı. "olmaz!" dedi, bir anda. "olmaz arkadaşlar. rollerinizi bu karakter tahlilleriyle giyemezsiniz. bu tahlillerle iğreti durur o roller üzerinizde. oysa ben o karakteri "canlandırmanızı" değil, o karakter "olmanızı" istiyorum. ağır adımlarla masaya yürüdü ve oturdu. oyunun metnine şöyle bir göz attı.

    "melek kimdir?.. melek, bu oyunun kilit ismidir. sahnede hiç görünmeyen, oyunda hep adı geçtiği halde sahnede hiç bulunmayan bir kilit isimdir hem de... bir öksüz ve yetim olduğu fikri hatalıdır. hatalıdır, çünkü melek'in ölümündeki gizem perdesi öksüzlükle, yetimlikle, şehir eşkiyasının tecavüzüyle açıklanamaz... çünkü melek zaten yokken ölüm haberi alınan bir kilit isimdir. melek gibi bir kilidin ortadan kalkmasıdır bütün kapıları açacak olan. sizin tahlillerdeki gibi, bütün kapıları kilitleyecek olan değil..."

    "haluk kimdir? bu oyunun esas kahramanıdır... çünkü haluk, o hiç görünmeyen melek adındaki kadınla en çok yakınlaşabilen karakterdir. olayların örgüsü bu ikisinin çevresinde gelişecektir."

    "tahsin ve ihsan kimdir? bunlar oyunun figüranları değildir, bunlar olayları geliştirecek olan karakterlerdir." sustu birden. oyundaki "zengin adam"ın adını hatırlayamadı. "neydi senin canlandırdığın karakterin adı?" diye sordu aniden. cevap aynı hızla geldi: "güven!"

    "evet, güven... güven kimdir? güven, melek'in tahmini katilidir. sahne üstündeki bütün kahramanlarımızı tanıyan, onlarla dirsek teması içinde bulunan, bulunmuş veya bulunacak olan kişidir."

    masada kimse çık çıkarmadı. yönetmen oyun tekstini ağır hareketlerle bir rulo haline getirdi ve sonra da ayağa kalktı... "arkadaşlar" dedi... "bu oyun, bu tiyatro için hayati öneme sahip. rica edeceğim, herkes elinden geleni değil, elinden ayağından, barsağından dalağından, beyninden, omurgasından her yerinden, her yerinden ama en önemlisi yüreğinden gelenin en en en en iyisini yapsın! 'benden bu kadar' diyen varsa anlarım, ayrı mesele... ama... rica edeceğim..."

    diyecekleri bitmiş gibi, daha doğrusu ne derse desin son ve vurucu cümle olmayacağını anlamış gibi sustu. masadakilerin üzerinde bakışlarını gezdirdikten sonra son cümlesini söyledi: "yarınki okuma provası saat 10'da... herkes karakterini adam gibi tahlil edip gelsin."

    oyuncular seri ama telaşsız hareketlerle toparlandılar. aralarında önemsiz cümleler konuşarak çıkışa doğru ilerlediler. yönetmen odada bir başına kaldı. pencereye doğru ilerledi ve gözlerini tam karşıdaki iş hanının kirli pencerelerine dikti. güneşin batmasına en az iki saat daha vardı.
    (hazeyame 07.03.2008 03:14 ~ 07.03.2008 03:16)
  19. "hay tahliline. sen şuna oramı kurtarmak için oyunu ne yapsam da komediye çevirsem diye çareler arıyorum desene!" dedi tehsin, yanında ve seri adımlarla merdivenlerden inen ihsan'a.

    "abicim istek apaçık belli. farkında mısın bilmem ama, onun orasını kurtarması bizim da kurtarmamız demek." dedi ihsan ve yine en mantıklı şeyi söylemişti.

    "zaten bana koyan da bu. şu halimize bir bak! para için piyasa işler peşinde koşuyoruz. abi nerede kaldı bizim sanatımız, fikirlerimiz...."

    "köprüyü geçene kadar hepsi, düşünme şimdi bunları da başlayalım bir an önce eve gidip."

    "iyi de benim gitmem gereken bi yer var. kaldı ki ayık kafa ile üretemiyorum elimde değil."

    "o zaman bende geliyorum. iki sarhoş beyin birinden daha iyidir."

    dediler ve gülümseyerek binadan dışarı çıktılar. kapı önünde taksi beklerken tahsin, başını kaldırıp camdan dışarıyı izleyen yönetmene baktı. aslında hayranı olduğu bu insana şu an sadece saman alevi kadar bir öfke duyuyordu ve ikinci kadehten ora tüm öfkesi tükenecekti. taksi geldi ve tahsin ile ihsan kend,ler,n, geceye bıraktılar. sadece çakır keyif olmaktı niyetleri. fakat istekleri niyetlerinin daha ötesindeydi...
    (transkripsion 01.04.2008 18:53)
  20. derler ki ne düşündüğünüze dikkat edin bazen gerçek olabilir. bazen de gerçekte yaşananlar sizin isteklerinizin çok daha ötesindedir. ihsan ve tahsin'in ki de böyle bir yerdeydi sanki sözü ispatlarcasına.

    taksi istanbulun keşmekeş trafiğinde ilerliyordu. bildiğimiz tipte o arka koltuklarında kulaklarımızı tırmalayan korkunç melodiler eşliğinde beyoğluna doğru gitmekteydiler. biraz kafa dinleyeceker biraz içecekler olurda uyarına gelirse belki kollarında o geceyi geçirecekler bir iki güzel hanıma denk gelmekti kafalarındaki. her ikisi de az önceki çekimlerin kalıntılarını kafalarından atmak ister halde dışarıya bakıyorlardı. bir an kulaklarının patladığını sandılar. o gümbürdemeyi hiç unutmayacaklardı sonraları. kocaman bir jip şimdilerde suv denen şu arabalardan biri bindirmişti taksiye. işin üzücü yanı taksicinin oturduğu taraftan yan çerçeveyi içeri sokacak kadar girmişti.
    (sifaci 11.04.2008 14:42)
  21. jip taksiye, taksici tahsin'e, tahsinde torpitoya girmişti. sağ arka tarafta oturan ihsan hafif yaralı olup 2. dk. lık şoktan sonra kendine gelip durum analizi yapmıştı. gördüğü manzara karşısında çok fena tufaya geldiğini anladı. çünkü jipin yerlerde yatan sürücüsü; bir zamanlar ihsan'ın, karısına fena sarkıntılık yaptığı ve sürekli erotik içerikli mesajlarla taciz ettiği yeraltı örgütü babalarından karbonat erol'un adamlarından biriydi. bunu nasıl anladı aslında kendi de bilmiyordu fakat bir şekilde bundan emindi. olası bir töre cinayetinin ucundan dönülmüştü ama tahsinin durumu hiçde iç açıcı değildi.
    (miyagi 11.04.2008 16:22)
  22. Bu romana da durduk yerde adeta damdan düşercesine bazı yeni karakterler girecekti. Tolstoy'un Savaş ve Barış romanında kaç karakter vardı ve bu karakterleri romanın ilerleyen satırlarında hatırlayan, hatırlarsa da kimdir ne iş yapar bilen kaç okur vardı acaba? İşte o da böylesine alakasızca düşürülüverdi romanın içine. Ayrılık akşamını, o son akşam yemeğini hatırladı. Oysa kutsal kaseyi, yani her insanın doğuştan hakkı olan mutlu olma hakkını ve o mutluluğu simgeleyen kutsal kaseyi* bulmuşlardı birlikte ama nedense o mutluluk akşamı sözcüklere dökülemeyen buruk ve yerçekiminin yüreğini olabildiğince sıkıştırıp dünyanın merkezine çektiğini düşündüren bir ağırlık havası taşıyordu. Filmlerde görülen türden çekici bir erkek ve kadın kendi stillerini yansıtan ama güzellik ve moda kalıplarının basmakalıp klişelerinden uzak bir estetik ve stil ziyafeti sunuyorlardı. Hiç konuşmadılar, uzun bir sessizlik, sonsuza dek sürecekmiş gibi bir sessizlik vardı aralarında. Seven bir kadın ve erkeğin olabileceği en dingin ruh hali içinde, en aşk ve sevgi dolu bakışlarla baktılar baktılar birbirlerine. Sonra ayağa kalktılar, birbirlerine sarıldılar. Birbirlerinin diğer yarısına sarılan her insan gibi huzur ve güven dolu hissettiler. Sonra yeni bir güne dingin başlayabilmek için uyumaya gittiler. İkisi de aslında uyumadı, garip ama aynı şeyleri düşündüler. Geçmişe, birlikteliklerinin ilk zamanlarına doğru bir yolculuk yaptılar ikisi de. Kadın okyanusu görmeyi çok istiyordu ve bu sırada yanında olmasını hayal ettiği kişi tam da oydu. Okyanusu ilk kez onunla gördü. Doğrudürüst yüzmeyen birisiyken derinliklerin mavisini ve renkli güzel dünyasını görmeyi ilk kez onunla istedi. Birlikte daldılar, o sessiz ve sarhoş eden derinlikte uzun uzun birbirlerinin gözüne baktılar, ellerini tuttular birbirlerinin. Çocukluklarında bile bu kadar keyif almadıkları şeyleri yaptılar, kumsalda oyunlar oynadılar, kumdan şatolar yaptılar, hazine aradılar. Buldular. Devamı? Ben de bilmiyorum.
    (creative 20.08.2008 09:48 ~ 21.08.2008 09:00)
  23. çağrışım oldu birden (bkz: roman vampiler)
    (mantis 20.08.2008 14:43 ~ 20.08.2008 14:44)
  24. yayıncı, geniş arkalıklı döner sandalyesini ayar düğmesinin izin verdiği kadar geriye yatırmış halde elindeki kağıtlara bakıyordu. canı sıkkındı. çünkü karşısında oturan kadının kendine güveninden rahatsızlık duyuyordu. onun karşısında böyle oturan insan zor bulunurdu. yazar adayları gelir, süklüm püklüm anlaşılmaz ve kafalarının karışıklığına koşut cümlelerle romanın aslında ne anlatmak istediğini söylerlerdi. aslında hiç birinin ne demek istediğini de anlamazdı yayıncı. basmakalıp cümlelerle konuyu geçiştirir, "siz bir örneğini bırakın, bizim yayın kurulumuz incelesin" derdi. bazı roman taslaklarını yayın kuruluna bile yollama gereği duymaz, sekreterine resmi bir ağızla, "eserin beğenilmediği, yayına değer bulunmadığı, inşallah başka sefere olabileceği" şeklinde cümleler yazdırır ve yollatırdı. ama şimdi bambaşka bir durumla karşı karşışaydı. hem şaşkın, hem de canı sıkkındı...

    elindeki roman taslaığına öylesine göz gezdirmişti. karakterlerin kim olduğunu bile bilmiyordu. kimdirler, nedirler, ne yaparlar, romanın devamına etkileri nedir, ne olacaktır, onu bile bilmiyordu. kendini tam bir salak gibi hissediyordu.

    öte yandan karşısındaki kadın, "kendini yazan roman"dan söz ediyordu. pardayanlar gibi bir şey miydi ortaya çıkmasını istediği? yoksa bir tür harry potter serisi mi hayal ediyordu? acizliğini gizlemek için ciddiyetini bir rol gibi üstüne geçirip koltuğunda doğruldu. elindeki kağıt tomarını masaya bıraktı. "siz" dedi, "kendini yazan roman derken, tam olarak neyi kastediyorsunuz?" bu cümleyi öyle bir tonlamayla söylemişti ki, sanki aslında kadının neyi kastettiğini biliyormuş da, hem kadına ileride çıkabilecek anlaşmazlıklar karşısında açık kapı bırakmamak hem de duyduklarından emin olmak istiyormuş gibi bir bir hava yaratmıştı.

    kadın gülümsedi. "bakın" dedi, "kendini yazan roman şöyle bir şey: insanlar bu romanı alıyor, parça parça tamamlıyor. bunun en heyecan veren yanı, her bir bölümün -ki ben aslında onlara romancık demeyi tercih ederim, romancık ama, kısa roman ya da hikaye değil, dikkatinizi çekerim- ana karakterler hariç ortak bir payda barındırmaması. yani... aslında siz bile o bölümlerden birinin yazarı olabilirsiniz. her yazar, elinizdeki demo bölümlerden de okuduğunuz karakterlerden biri veya birkaçı hakkında, bambaşka bir roman parçası yazar ve..."

    yayıncı kadının sözünü kesti hemen: "demo bölümler mi?" dedi alaycı bir ifadeyle... önünde duran kağıt tomarını küçümser bir tavırla işaret ederek, "yani siz şimdi bunların, şu ana kadar okuduklarımızın, asıl romanda yer alan bölümlere dair kısa birer parça olduğunu mu söylüyorsunuz?"

    "evet, aynen öyle söylüyorum" dedi kadın ve yüzüne bir gülümseme yayıldı: "affedersiniz ama günümüzde en çok fikirlerin çalındığını düşünürsek, size ya da bir başkasına, romanın tamamını sunmamızı beklemiyordunuz herhalde."

    yayıncı bakışlarını kaçırdı ve camdan dışarıya bakmaya başladı. "kaltak" dedi içinden. "arkadaşım yazardır, güzel de yazar.... eserlerini yayınlatacak ciddi bir yayınevi bulamadı kızcağız... aaaaa, hadi ama tontişkoooo, bi bakıver kızın yazdıklarına... vallahi bak, ben eminim seversin... ne dersin tontişko? arayayım mı arkadaşımı?.. lütfen tontişko... olur mu tontişko... yaşşa sen tontişko!.. yarın gelsin mi tontişko?.. arkadaşım bugün görüşmeye gelecek tontişko..."

    "kaltaaak" dedi içinden yine. alnında ter damlaları beliriyordu yavaş yavaş. "sırf bu ucubeye bir randevu ayarlamak içindi bütün bunlar değil mi? bir şişe rakı, iri memeler ve bir gecelik kaçamak uğruna bunca yıllık kariyerimi tehlikeye attım. ben ne yaptım yaaa? hay beynimi..."

    derin bir nefes alıp kadına döndü yayıncı. onu püskürtmeye kararlıydı: "yani şimdi tahsin, ihsan, melek, haluk... hatta neydi adı, şu tiyatro yönetmeni falan filan... hatta şu son okuduğumuz kaza ile ilgili bölüm vesaire... yani siz şimdi diyorsunuz ki, sana bu kendini yazan romanın belli bölümlerinden belli bölümleri verdik. o yüzden her şey yarım görünüyor ve o yüzden anlaşılmaz görünüyor, öyle mi diyorsunuz? hanımefendi... affedersiniz de en az sizin çalınmasından korktuğunuz o fikirleriniz kadar değerli bir şey varsa bu dünyada, o da benim zamanımdır." kadın bu sözleri duyar duymaz çantasını karıştırmaya başladı. çantasının içinde ve nerede olduğundan emin olduğu bir şeyi, elini attığı gibi bulacağı bir şeye ulaşmaya çalışıyordu sanki... yayıncı ise sözlerini sürdürüyordu: "buraya sizin gibi kaç hayalperest geliyor her gün, biliyor musunuz? kaç orijinal ve çalınmaya müsait (bunu söylerken alaycı bir ifade kullanmıştı) fikir sahibi deha müsveddesi, kendini faulkner zanneden kaç zavallı, kendini cartland zanneden kaç kenar mahalle dilberi... kaç beceriksiz, yeteneksiz... ama itiraf edeyim ki, hiçbiri kendini bu kadar ağırdan satmayı becerememişti bu güne kadar. o yüzden müsaade ederseniz..." ayağa kalktı yayıncı, kadın hiç oralı olmadı, "müsaade ederseniz diyorum, siz fikirlerinizi korumaya ben de işlerimi yapmaya devam edeyim."

    kadın ifadesiz bir yüzle yayıncıya baktı ve az önce çantasından çıkardığı kağıtları ona doğru uzattı. "bence bir inceleseniz iyi olur" dedi.

    bunlar antetli bazı kağıtlardı ve yayıncı o kağıtlarda yer alan logoları gayet iyi tanıyordu. rakip yayınevlerinin logolarıydı onlar. kağıtlara hızla göz attı. bunlar sözleşme evraklarıydı. hepsinin de altında şöyle bir ek madde vardı: "yazar, 'kendini yazan roman' olarak nitelediği çalışmasını, anlaşma koşullarını daha iyi bulduğu başka bir yayınevine yayınlatmakta özgürdür!"

    elindeki kağıtları usulca masaya koydu yayıncı. okuduklarına inanamamış gibi tekrar tekrar okudu o kağıtları. sonunda ağır ağır gözlüğünü çıkardı ve kağıtların üzerine bıraktı. gözlerini kaldırmadan konuşmaya başladı: "siz... bize diyorsunuz ki, bu yayınevlerinden daha iyi anlaşma şartları sunarsak, eserinizi bize yayınlatacaksınız, öyle mi? ama... gerçekçi olalım. bu... bu anlaşmalarda yayınevlerine kabul ettirdiğiniz koşullar... inanılmaz. ben bunlardan daha fazla ne sunabilirim ki size? hepsini kabul etmiş olsam bile fazladan ne sunabilirim ki "daha iyi" bir anlaşma olsun?"

    "yayınevinizin adı yeterli benim için" dedi kadın. "üstelik o anlaşmalardaki koşulların hiç birini de talep etmeyeceğim sizden. bana ne bir yazı atölyesi bulacaksınız, ne de oradaki fiyatı ödeyeceksiniz. roman, sizin yayınevinizden yayınlansın yeterli."

    "neden?" diye sordu yayıncı. "neden biz?"
    "her sorunun bir cevabı olması gerekmiyor" dedi kadın. "şu sizin sorduğunuz da o türden bir soru işte. belki bir cevabı vardır ama şimdilik söylemek istemiyorum diyelim."

    bir saat sonra, yayıncı ve kadın yazar masaya getirilen anlaşmaya imzayı attı, el sıkıştı. kadın, daha sonra imitasyon kürk yakalı paltosunun yakalarını kaldırdı. çizmelerinin topukları üzerinde zarifçe döndü; tok ve ritmik sesler eşliğinde attığı ahenkli adımlarla kapıdan çıktı, gitti.

    yayıncı masaya oturdu. sakalını ovaladı, gözlüklerinin camlarını temizledi ve taktı. elini telefona uzattı ve üç tuşa bastı. karşısına çıkan kişiye, "bana sekreter hanımı yollayın" dedi. telefonu kapattı, arkasına yaslandı. "kaltak" dedi yine, bu kez yüksek sesle söyledi bunu. "bakalım 'tontişko'suna ne anlatacak arkadaşıyla ilgili..."
    (hazeyame 09.01.2010 23:41)
  25. "yok mu devam etmek isteyen?" diye sormama vesile olmuş diyar girişimi...

    *
    (hazeyame 19.01.2011 01:15 ~ 19.01.2011 01:16)


Vampircik - 2005 - 2015

sözlük hiçbir kurumla bağlantılı olmayan birkaç kişi tarafından düşünülmüş bağımsız bir platformdur. sözlük içerisindeki yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aiittir. sözlük bu yazıların doğru olduğu hakkında bir teminat vermez. yazılan yazıların telifi bize ait değildir, çalınız çırpınız ama kaynak gösteriniz.

sözlük sistemi ile geliştirilmiştir.